“İLERLEME”NİN
KUTSALLIĞI VE ZORBALIĞI
Emre Zeytinoğlu
İnsanlık tarihi üzerine her tür bakış açısının
hemfikir olduğu durum, bu tarihin bir zulüm
süreci olduğudur. Theodor Adorno tarih denilen şeyi,
son derece belirgin
biçimde “felaketler fablı” olarak tanımlamıştı. Ve
Adorno’nun sadık takipçisi Terry
Eagleton ise “felaketler fablı”na bir açıklık
getirmişti: “Evrensel tarihin herhangi bir
temeli varsa, o tarih, mutluluğun birikimine dair bir
masal değil, sapandan megatonluk
bombalara uzanan bir hikâye olmalıdır.” İnsanlığın
“ilerleme” üzerine verdiği
mücadeleler, elbette onurlu ve övgü dolu sözleri hak
edecek bir süreci de öne
çıkartabilmiştir. Ama işte bu süreç her zaman o
“felaketler fablı” ile iç içe olmaktan da
kurtulamamıştır. Walter Benjamin gibi düşünürsek:
Leonardo da Vinci uçma tasarımları
yaparken, o tasarımların ağır bombardıman uçaklarına
kadar varacağını tahmin
edememişti.
Zor kullanma, tarihin değişmez bir parçası haline
gelmişse, o halde bu, insanın doğası ile
ilgili bir durum muydu? Belki de öyleydi; yani zor
kullanma, bir “üstünlük” elde etmede
ya da onu elde tutmada, insanın (çevresindeki diğer
insanlara karşı) ilk başvuracağı doğal
davranış biçimiydi. Ne var ki iş bu kadar basit
olamazdı; toplumsal yapıların sahne
olduğu örgütlü çatışmalarda ortaya konulan zor
kullanma eyleminin anlamı neydi; bu
nasıl açıklanabilirdi? Basit bir örnekle, Leonardo’nun
“tek irade” doğallığında ortaya
koyduğu bir tasarım, sonradan nasıl olmuştu da
kolektif üretimin en “ileri” boyutuna
ulaştığında tam ters bir içeriğe dönüşerek, zor
kullanmaya hizmet eder makineleri
doğurmuştu?
Zor kullanma makinelerinin kolektif bilinçaltında
meşruluk kazanması, asla tarihin
gözden kaçırılmış bir durumu değildir. “İlerleme” ile
birlikte büyüyen imha etme
eylemini fark edenlerin sayısı, yalnızca Adorno,
Eagleton ve Benjamin ile sınırlı
kalmamıştır. “İlerleme”nin aslında, “ölüm düşüncesinin
ruhlara sinme süreci” olduğunu
vurgulayan pek çok yazar ve onların ortaya koyduğu
binlerce sayfa vardır. Örneğin,
Friedrich Engels’in “Endüstri Devrimi, devrim olma
niteliğini 1830’da yitirmiştir” diye
yazmıştı. Engels’e göre “burjuvazi, feodal
gericilikten daha çok devrimci işçilerden;
burjuva devriminin gerçekten de bir sosyalist devrime
doğru ‘taşmasından’ korkuyordu.”
Engels’in sözlerini izleyen Werner Sombart 1913
yılında “ilerlemenin saçma bir fikir
olduğunu ve insandaki her tür ideal hareketi
boğduğunu” belirtmişti. Henry James 1914
yılında “uygarlığın kanlı ve karanlık bir uçuruma
düştüğünden” söz etmişti. Max
Ferdinand Scheler ise 1915 yılında “modern uygarlık
ruhunun bir ilerleme olmadığını,
tam tersine, insanlığın gerilemesi olduğunu” iddia
ediyordu. İtalyan felsefeci Paolo
Rossi, “İlerleme” hakkındaki bu olumsuz yaklaşımların,
1930’lu yıllarda büyük bir
koroya dönüşmüş olduğuna dikkat çeker.
Eleştirel düşünceler içinde belki de en ilginç
olanlardan biri Emile Zola’dan gelmiştir ki,
bu, Engels’in “ilerleme” konusundaki eleştirileri ile
yakın bir döneme rastlar. Zola, 1890
yılında yazdığı “Hayvan İnsan” (La Bête Humaine) adlı
romanında, başıboş kalmış bir
lokomotifi anlatmaktadır: “Lokomotif, kendi nefesinin
gıcırtılı korkusuyla, gittikçe daha
fazla allak bullak olmuş bir halde hızla, amaçsız
ilerliyordu...” Romanda, lokomotifin
ateşçisi ile makinisti, kıskançlık nedeniyle bir
kavgaya girişmiş ve ikisi de bu kavga
sırasında aşağı düşüp parçalanmışlardır. Makinisti
olmayan tren ise kendi başına
ilerlemekte, ocağa doldurulmuş kömürlerin kor hale
gelmesiyle, denetimsiz bir hıza
ulaşmaktadır. Hiçbir şeyden haberi olmayan yolcular
(ki bunların çoğu, askerlerdir),
hızın büyüsüyle sarhoş olup keyiflenmişler, şarkılar
ve marşlar söylemeye başlamışlardır;
karanlıklar içinde ölüme doğru ilerlediklerini
düşünmeleri, bu sarhoşluk yüzünden
olanaksızdır. Yazar romanda lokomotifi sık sık,
dizginlerinden kurtulmuş bir hayvan gibi
gösterir. Zola’ya göre, trendeki insanların hızdan
duydukları haz, onların bu makine ile
özdeşleştiğinin; dolayısıyla hayvanlaştıklarının
işaretidir. Fakat şu var ki, 19. yüzyıldan
itibaren tam anlamıyla bir inanç haline gelen
“ilerleme”nin, toplumsal şiddeti gizleyen
yanıyla bir yozlaşmaya yol açtığını söyleyen yazarlar,
o “ilerleme”yi kutsal bir kavram
halinde algılayan ve sunanlar tarafından yok sayılmış,
her biri önemsizleştirilerek tarihten
çıkartılmıştır. Rossi bu konuda, “o binlerce sayfa
sanki hiç yazılmamış gibidir” der.
Özellikle 19. yüzyılın sonunda örgütlü sınıflar
arasındaki mücadeleleri anlamlandırmak
ve bu noktada, “salt makineleşme”nin ötesindeki
“ilerleme”nin niteliğini belirlemek
adına, geniş bir tartışma alanı ortaya çıkmıştı:
Tartışma alanında yer alan iki ana
düşünceden (ve diğerine göre daha eski olandan) biri,
“ilerleme” sürecindeki sömürünün
bir zor kullanma sonucu doğmuş olmasıydı. Yani
ekonomik sistemin sömürü boyutu,
silah marifeti ile sürdürülüyordu ve böylece
sömürü-karşıtı devrimci güçlerin, ahlâki
bakımdan bu zor kullanımına karşı durması gerekiyordu.
Bu düşüncenin (ilk bakışta son
derece insani bir gerekliliği vurguluyor olsa da)
sakıncalı olduğu açıktı: Her şeyden önce
sömürü-karşıtı devrimci güçlerden, o ahlâki yapıya
sarılmaları ve bir bakıma zorbalar
tarafından kendilerine biçilen bir kadere rıza
göstermeleri isteniyordu. Diğer yandan
da “ilerleme” boyunca zorbalık makinelerini eline
geçirmiş olan iktidarın, ahlâki bir
yapının telkinleri ile bu makinelerden vazgeçmesi asla
mümkün değildi.
Fakat tartışmanın diğer karşıt ucunda yer alan ikinci
(ve diğerine göre daha yeni)
düşünce, sömürü ile “ilerleme” arasındaki ilişkiye
daha farklı bakmış ve zor kullanmayı
bu ilişkide hayli geri plana atmıştı. Örneğin Engels,
siyasi yapı ile üretim tarzı arasında
mutlak bir bağlantının olduğunu yazıyor ve iktidarın
ancak bu iki etken arasındaki uyum
sayesinde ayakta kalabileceğini vurguluyordu. Bu
düşüncenin itiraz götürmeyecek yanı,
siyasi yapının, kendisini üretim tarzının gereklerine
göre esnek kılabilmesi ve ona (her an)
uyum gösterebilmesiydi. Bu uyumu yakalayamayan iktidar
dağılıp gitmeye mahkûmdu.
Demek ki zor kullanma, tarihte iktidarları belirleyen
ilk ve değişmez etken değildi.
Engels’in başını çektiği bu düşünce yapısı, aslında
sömürü-karşıtı devrimci güçler için
her zaman ufuk açıcı ve aynı zamanda da
cesaretlendirici olmuştur. Çünkü siyasi yapı ve
üretim tarzı arasında ortaya çıkacak bir uyumsuzluk,
tüm zorbalık makinelerine rağmen o
mevcut iktidarı yerle bir edecektir; “ilerleme”nin
doğası budur.
Aslında Engels’in öne sürdüğü “ilerleme” tanımı hayli
karmaşık görünür. Söz konusu
tanım sınıfsal yapılar arasındaki çatışmaları öne
çıkartır ve bu çatışmaları
da “ilerleme”nin bir göstergesi olarak öne sürer.
Engels bir yandan modernliğin sinsi
yanının, köleliği gizlemesi olduğunu söyler; ama diğer
yandan da o modernliği Antik
dönem ile karşılaştırarak, “şimdi en azından köleliğe
karşı bir özgürlük düşüncesi
doğmuştur” diye ekler. İşte Engels’in bu eki,
“ilerleme”nin son derece esnek ve göreceli
bir “şey” olduğuna vurgu yapar. Öyle ki Engels,
tarihin ürettiği her ilerlemenin,
kesinlikle karanlık bir yüze sahip olduğunu
vurgulamış, bu kavramın bir anlamda
da “eşitsizliğin ilerlemesi” demek olduğuna dikkat
çekmiştir. Engels’in, “ilerleme”
üzerine kurduğu bu diyalektik, Marx’ın da konusudur; o
da, burjuva sistemini tam
bir “üretim anarşisi” halinde tanımlamış, oysa bu
anarşiyi, bir yandan da “ilerlemenin
gerçek nedeni” diye işaret etmişti. Marx ve Engels’in
perspektifinden baktığımızda (ki
bunlara Hegel’i de eklemek mümkündür elbette), gerçek
bir “ilerleme”, karanlık yüzü ile
birlikte işlerlik kazanır. Bu yüzden bu kavram, şu ya
da bu sınıfın tek başına yüklendiği
bir sorumluluk dahilinde hedefleyeceği bir iktidar
düşüncesi ile tanımlanamaz. Ve bu
yüzden “ilerleme”nin, yalnızca “ilerleme sahipleri”
tarafından saptanacak (ve bu
saptamalara göre dayatılacak) yöntemlerle ya da o
sahiplere karşı muhalif katmanların
direnmesiyle başarılamayacağı ortadadır.
Yukarıda söz edilen tartışma üzerine derin yorumlar
oluşturmak, başka bir yazının
konusu olabilir. Ama burada (yorumları biraz da “aşırı”
düzeye yükselterek ve
madalyonun ters yüzüne bakarak) şu söylenmeli:
“İlerleme” ile zor kullanma eylemi
arasındaki ilişkinin “tartışılabilir” olması,
“ilerleme” kavramının
psikolojik açıdan tarihe “temiz” geçmesinin de yolunu
açmakta gecikmedi. Bu kavram,
aynı psikolojinin verdiği ivme ile, giderek “ne
pahasına olursa olsun” erişilmesi gereken
toplumsal bir hedef haline geldiği gibi, içine sızmış
olan tüm şiddetin de gizleyicisi oldu.
Yeniden konunun başına dönecek olursak, “felaketler
fablı” olarak adlandırılan zulüm
sürecinin, kutsal bir “ilerleme” tarihi halinde
yazıldığına ve böylece egemen sınıfların
dayattığı bir biçime dönüştüğüne dikkat etmeli (burada
Rossi’yi bir kez daha
anımsamalı: “İlerleme”nin kutsallığını eleştiren
binlerce sayfa, sanki hiç yazılmamıştır).
Sömürü sistemi, üretim tarzı ile siyasi yapı
arasındaki tüm çelişkileri en
fazla “ilerleme”nin kutsallığı yardımıyla gizlerken,
zor kullanma eylemini de yine bu
yolla normalleştirebilmiş, dahası önemsiz bir
ayrıntıya indirgeyebilmiştir. Türkiye
özelinden bakacak olursak, tarihin her satırının
“ilerleme” payandası ile sağlamlaştırıldığı
ve o payandanın gerçekte, siyasi yapıyı
meşrulaştırdığı bellidir. Bu durum o siyasi yapı
ile üretim tarzı arasındaki tüm uyumsuzlukların ve
buradan ortaya çıkan sömürülerin,
geleceğe meşruluklar şemsiyesi altında aktarılmasına
yardımcı olmuştur. Rahatça iddia
edilebilir ki “ilerleme” kutsallığı altında korunmuş
bir zulüm tarihi, bu bağlamda
bir “bellek silici” görevini de üstlenir. Benjamin’in
bu durum üzerine yaptığı bir saptama
son derece çarpıcıdır: “Faşizmin bir şansı da, faşizme
karşı olanların, onu ilerleme adına
tarihsel bir kural saymalarıdır.”
Bir kavramı yörüngesinden çıkarırsanız, yani onu tüm
bağlamlarından soyarsanız, artık
onu istediğiniz biçimde tanımlayabilir ve rahatça
kullanabilirsiniz. Bugün siyasi yapı,
üretim tarzı, “ilerleme” ve tarih arasındaki
ilişkilerin keyfi tanımlar ile derme çatma
kurulmuş olması ortaya “tuhaf” bütünlükler
çıkartıyorsa, bu noktada belleğin korumaya
çalıştığı ayrıntıların önemsizleştiğine dair bir
enformasyon yaymanız da mümkün
olabilir. İşte dünyada olduğu gibi Türkiye’deki yeni
kuşak kitlelerin de, söz
konusu “bellek silici” enformasyona şiddetle maruz
kaldığı açıktır.
Yeni enformasyon araçları yardımıyla, uyumsuzluklar
üzerine kurulmuş iktidar yapısının
normalleşmesi, 19. yüzyıl tartışmalarının odağına
yerleşmiş silah gücünü de (bir kez
daha) gündeme taşıyor. Daha açık olarak şunu belirtmeli:
Bugün iktidar yapısının bu
normalleşmeyi yalnızca bir takım enformasyon
araçlarıyla başarmadığı, deneyimlerle
sabittir. Bağlamdan soyulmuş kavramların çarpıtılarak
kullanılıyor oluşu her ne kadar bir
enformasyon gücüne gereksinim duysa da, bu tek başına
yeterli değildir. Bunun yanı sıra
siyasi yapı, üretim tarzı, “ilerleme” ve tarih
arasındaki bozuk ilişkileri normalleştirerek
savunacak kitlelerin iktidar adına örgütlenişine,
felsefi ve siyasi metinlerin tahrif edilerek
yeniden sunuluşuna, estetiğin eleştirel gücünün yok
edilişine de gereksinim vardır. Fakat
bunların uygulanışı sırasında hâlâ bir sorun varsa
(yani hâlâ sömürünün sürdüğüne dair
düşünce yürütenler varsa), onların imha edilmesi de
kaçınılmaz olur. Silahlı zorbalığın
devreye gireceği yer burasıdır; silah, bir iktidarın
devamına yarayacak biçimde geri dönmüştür.
Yukarıda sunulan bu sahne, tarih üzerinde ustaca
uygulanmış bir manipülasyonun eseri
olarak, bir “unutturmayı” başarabilmiş ve her tür
toplumsal düzeyde bir “normalleştirme”
gerçekleştirebilmiştir. Böylece sömürü üzerine
temellenen üretim tarzı ile siyasi yapı
arasındaki her uyumsuzluğu yeniden ve yeniden deforme
ederek, “yeni siyaset”in
biçimleri gibi sunan ve kendisini “ilerleme”nin
olmazsa olmaz bir gerekliliği halinde tanıtan
bu sistem normalleştiği sürece, sömürü-karşıtı devrimci güçlerin
“önemsizleştirilmesi” de kaçınılmaz olmaktadır. Bugün yeni nesiller
arasında, tarihe dair kimi noktaların hiç anımsanmaması ya da anımsamaya
değer görülmemesi bu yüzdendir. Üstelik artık “ilerleme”nin anlamının,
insanlığın “özgürleşme” ve “refah”
yönünde attığı paylaşımcı adımların da dışına
çıkartıldığı, yalnızca “zenginleşme
özgürlüğü”ne dönüştürüldüğü düşünülürse, bozulan
tarihsel kavramların baştan forme
edilmesi de, yeni bir çalışma alanı ortaya
koymaktadır.
Son olarak şu söylenmelidir ki “unutturulma” ve
“önemsizleştirilme”, yalnızca bir takım
zihinsel telkinler ile gerçekleşmemektedir. Aynı
zamanda (bir “deformasyon” sürecine
bağlı olarak) toplumsal kurumların işleyişleri de, bu
“normalleşme”ye hizmet eder
duruma sokulmaktadır. Örneğin 16 Mart katliamının
faillerinin devletin üst seviyelerine
hızla tırmanmaları, bunlar hakkında açılan davaların
düşmesi, davaların yeniden açılması
yönünde gösterilen çabaların asla gerekli sonuçlara
ulaşamaması ve hatta söz konusu
davaların “zaman aşımı” sınırına gelip dayanması,
toplumun belleğinin yanında ona
işlerlik kazandıran mekanizmaların da manipülasyona
maruz kaldığını gösteriyor bize.
Böylece ortaya şöyle bir durum çıkıyor ki, “Katledilen
Anti-Faşist Öğrenciler” sergisi ile
başlatılan süreç, bir “anma” eylemi olmayacaktır. Bu
süreç tarihin silinmiş noktalarını bir
kez daha yerli yerine yerleştirirken, aynı zamanda
bugünkü toplumsal sahnenin dikkatli
bir çözümlemesini de gündemine alacaktır. Söylemler
değişmiştir: Siyaset, toplum,
adalet, tarih, ilerleme, özgürleşme vb. başka türlü
tanımlanmaktadır. O halde tüm tahrif
edilen kavramların yeni tanımlarını (onları bir yana
atmaksızın) kullanmak, onların
tarihsel anlamları ile ustaca değiştirilmiş içerikleri
arasındaki farkı sergilemek de
gerekecektir. 16 Mart katliamına dair davaların “zaman
aşımı”na nasıl gelip dayandığı
da, tahrif edilmiş kavramların oluşturduğu toplumsal
bir sahnenin iyi anlaşılmasına bağlıdır.
Bugün hiçbir faşist, “ilerleme”nin kutsallığının
peşinden gittiği için, kendisinin faşist
olduğunu kabul etmiyor ya da öyle hissetmiyor. Bu
serginin belki de öncelikli işlevi, bunu vurgulamak olmalı.
Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, Çev: Ayhan Çitil,
Doruk Yay. S. 418.
William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi /1848’den
1955’e Dünya Sosyalist ve Komünist
Hareketleri, Çev: Can Saday, Yazılama Yay. 2011, s.
52.
Paolo Rossi, Gemi Batıyor Seyreden Yok / İlerleme
Fikri, Çev: Durdu Kundakçı, Dost Yay. 2002, s. 110.
A.g.e. s. 108.
Reinhart Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir,
Dost Yay. 2007, s. 113.
Walter Benjamin, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, Yapı
Kredi Yay. 1995, s. 37.